İLK GÜN

Üç yıldır ambalajında duruyordu…

İki buçuk yıldır eski evimin, son dört aydır yeni taşındığım evin balkonunda toz toplayan bu ambalajın üzerinde; “praktica fotoğraf makinesinin hediyesidir para ile satılamaz” yazar. Kutunun yanındaki delikten arka tekerleğin cıvatası görünür; ama içinde ne olduğunu bilmediğim demonte bir bisiklet yatardı. Üç senedir balkonlarda üşüyen bu bisikleti hiç mi merak etmemiştim?

Halbuki; fotoğraf makinesi almak için gittiğim yazıcıoğlu iş hanında o dükkan senin bu mağaza benim akşamı ettiğim o günün sonunda; bana praktica marka fotoğraf makinesi aldıran bu hediye bisiklet değil miydi?

Gün bugündür…

Gün bugündür diyerek Pazar sabahı tozlu balkonda yan gelip yatmaktan dekübiti açılmış o ambalajı yerinden sökerek asansöre bindirdim. Ambalaj ve ben zemin kata inerken kendimi yıllarca ortadan kaybolduktan sonra birden ortaya çıkıp “ben senin babanım yavrum” diyen bir ebeveyn gibi hissettim.

Kadın programlarında gördüğüm, kafasına kese kağıdı geçirilmiş bu piyangodan çıkma ebeveynlerin de kendince haklı gerekçeleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Sadece ikimizin olduğu asansör kabini zemin kata inene kadar kendimi affettirecek gerekçeleri düşündüm. Ama ambalajdan yükselen o sesi duymazdan gelemedim…

- Ulan… Bi de iki tekerci olacaksın. Motosiklet peşinde koşana kadar önce beni balkonlarda çürütmeseydin ya!

Ambalaj haklıydı… O anda kendimden utandığımdan olsa gerek ambalajın ve muhteviyatının resmini çekemedim. Ya içindekiler gerçekten paslanıp çürüdüyse? Hadi çürümeyi bir kenara bıraktım, bunca yıldır duvara yaslanmaktan omurgası eğrildiyse?

Neyse ki, ambalajdan bir dram çıkmadı. Parçaları monte ettikçe cillop gibi bir bisiklet ayaklandı. Gidonu sıkmam için allen anahtarı gerekiyordu. Yılların etkisinden bağımsız olduğunu düşündüğüm jant eğriliğinin düzeltilmesi ve fren ayarlarının yapılması için en yakın bisikletçiye kadar onu ellerimle götürmem gerekiyordu. Bir de lastiklere hava basmak gerekliydi tabi…

En yakın bisikletçiyi kim bilebilir? Tabii ki velespit sahibi mahalle veletleri. İçlerinden birisi hemen atıldı ileri. Sözlüde çalıştığı konudan gelen soruyu cevaplayan öğrenciler gibi anlattıkça anlattı.

- Aferin evladım iyi çalışmışsın yerine geç… Yüz! diyecektim neredeyse.

İki sokak ötedeki bisikletçiye kadar elele yürürken; normalde işe gidip gelirken birer siluet olarak hafızamda yer etmiş olan sokakların aslında yaşadığım muhit olduğunu hissettim. Aslında hep önünden geçtiğim dükkanların adlarına, sokak numaralarına, sokaktaki çocuklara yabancı gözlerle bakıyordum. Arabayla ya da motosikletle olsun sadece ana caddeye bağlanmak için geçmek zorunda kaldığım bu sokaklarda meğerse manifaturacı, elektrikçi, doğal gazcı, terzi, bisikletçi, ekmek fırını, manav vs bulunuyormuş.

Demek ki, çocukluğumuzun geçtiği mahalle aklımıza böyle kazınıyor. Çocukluğundan uzak diyarlarda ailesini kurup ekmeğinin derdine düşen babalarımız mahallemizin sokaklarından işe gidiş geliş için geçerken bizler o sokaklarda oyun oynadık, bisiklet kullandık… Hele bir de yaş on üç, on dört oldu mu her gün biraz daha uzak mahallelere açıldık. Böylece çocukluğumuzun, ergenliğimizin geçtiği o sokakları avucumuzun içi gibi bilir olduk. Muhiti tanımak için ne araba ne de motor… Basit bir velespit yeterli!

Bisikletçi…

Bisiklet tamirhanesi, akademik kariyerim için ailemin kullandığı yegane pozitif motivasyon unsuruydu. Misal; eve geç geleyim, hemen; “ tamam anlaşıldı! bisikletçiye çırak verelim seni biz…” Bisikletten düşüp kolu bacağı sıyırayım… “ yok okumayacak bu! en iyisi biz bunu bisikletçiye çırak verelim…” Bir keresinde aşağı mahallenin çocuklarıyla oyunumuz resmen malazgirt meydan kavgası ile sonlanmıştı. O gece üst baş pert vaziyette eve gelince kariyerim için ilk defa; “yok yok en iyisi sanayiye çırak verelim biz bunu…” denilmişti. Ne zaman bu tarzdan bir ihtar alsam hemen defteri kitabı açar, en azından birkaç gece sokağa çıkmaz, ders çalışıyor gibi yapardım. Bu meyanda birkaç yazılıdan da iyi not aldıysam eğer bir sonraki muhtıraya kadar sokağa devam…

Benim velespitin cıvatası somunu sıkılırken; bir yandan bugünkü akademik kariyerime kavuşmamda mühim bir yer işgal eden o günleri düşünüyor; bir yandan da bugüne kadar ihmal ettiğim bisikletime aksesuar bakıyordum. Kendimi bakkaldan torununa şekerleme alan ihtiyar dedeler gibi hissetmedim değil…Bir korna ve iki reflektör satın aldım. Jant ayarıydı, fren ayarıydı derken yaklaşık bir saatlik sürenin sonunda reflektörü ve havalı kornası olan fıstık gibi bir bisiklet ortaya çıkmıştı.

Sokaklar…

Yürüyerek kolundan tuta tuta getirdiğim bisikletimin üzerine çıkmıştım. Yıllardır bisiklet selesine oturmamış kıçımın bu daracık seleye alışması gerekiyordu. Yokuş yukarı bir iki pedal basma girişiminde bulundum ama kondisyon eksikliğim hemen kendini belli etti. O zaman ben de verdim kendimi bayır aşağıya. Ancak; altımdaki cihazın çin malı bir eşantiyon bisiklet olduğunu düşünerek frenlere fazla güvenemedim. Zaten aletin üzerinde emanet duruyordum; bir de dandik fren telleri koparsa direkt mahallenin duvarlarına etiket olurdum.

Motorumla dolaştığım sokaklarda şimdi bisikletimle dolaşıyordum. Ama kendimi hiç bu kadar güvensiz hissetmemiştim doğrusu. Üstümde başımda korumalar ve kask olmadan iki tekerlekli, üstelik sadece benim gücümle yol alan bu aletin üzerinde kendimi yarım yamalak yüzme bilen birisinin can yeleği olmadan denize açılması gibi tedirgin hissediyordum. Kendi kendime motosiklet kullanmak daha güvenli derken; harcadığım efor ve göze aldığım riskler nedeniyle çocukken ne kadar enerjik ve cesur olduğumu düşündüm.